Bir Öğretmen Portresi -1-
BİR ‘ÖĞRETMEN’ PORTRESİ -1-
Yılmaz Öğretmenden Bana Kalan
Doğunun dinler ve diller şehrinin, geçmişte donup kalmış tarihi bir ilçesine yakın bir köydü bizimki… Köyümüzde okumuş birkaç kişi vardı. Köye ortaokulu yeni açılmıştı. Bizim kuşak da galiba üniversite okuyabilecek ilk nesil olacaktı. Yılmaz hoca da ortaokula atanmış bir öğretmendi. Kırk yaşlarında, pos bıyıklı, bıyıkları sigaradan sararmış, yüz çizgileri asabi ve katı bir adamda ne kadar sert durursa o kadar sertti bakışları. Önceleri kıyafetine özen gösteren sonra da kendini salıveren huzursuz bir adamdı. Elinde sürekli dolaştırdığı dönemin sakıncalı yazarların kitapları olurdu her zaman. Okur muydu bilmem, fakat çok havalı dururdu elinde kitaplar. Kıyafetinden başka köylüden ayrılacak bir nişaneydi kitap taşımak sanırım. Ben sizin gibi değilim demenin farklı bir yoluydu. Meydan okur gibi gezerdi onlarla ama kime meydan okuduğunu anlamazdık.
Medeni Olun Biraz
Bize yukardan bakardı. Galiba bizleri adam edilmesi gereken ve kafalarına vurarak dahi olsa ‘ demokrasi getirilmesi gereken zavallılar’ olarak görüyordu. Bizim her şeyimizden nefret eder gibi bir durumu vardı. Belki de onu, köye gönderenlere kızıyordu. Ama acısını bizden çıkarıyordu. Batıda bir yerde doğmuş ve büyümüştü. Ailesi zengin sayılabilecek bir varlığa sahipti anladığım kadarıyla. Batı illerde geçirdiği uzun yıllar sonra bu doğunun da doğusunda olan köyde ortaçağa gelmiş gibi hissediyor olmalıydı kendisini. Ailesini köye getirmemiş ‘nasıl olsa bir yıl kalır tekrar dönerim’ diye düşünüyordu, gelen diğer birçok öğretmen gibi. Ülkeye hizmet güzel ama bu kadar da değil. Yılmaz öğretmenin köy macerası bir yıl sürdü. Burası onun için kâbus olmalıydı. Oysa halk öğretmenleri el üstünde tutardı bütün ‘yabaniliklerine’ rağmen. Köyle iletişim kanallarını kapalı tuttu her zaman. Bizi anlamak için sarf edeceği ne zamanı ne de niyeti vardı.
Osmanlının son ve cumhuriyetin de ilk zamanlarında ki okumuş insanlarda bulunduğunu düşündüğüm batı karşısındaki aşağılık duygusu mu, yoksa batı hayranlığı mı, tam kestiremediğim bir şeyler vardı, bizde de öğretmenimize karşı duyduğumuz.
Biz, küçük çocuklar, bu beyaz adam karşısında nutku tutulan Afrikalı sömürgelerdik. Bizim yaşadığımız hayat pespaye, inançlarımız yanlış(!), düşüncelerimiz de ne kadar da ilkeldi. Ayrıca ‘yer sofrasında yemek yemek nedir? Yemek masası vardı ve yemek orda yenirdi. Kadınlar nasıl olur da misafir erkeklerle beraber oturup yemek yemezler, kız arkadaşı olmaz mı canım bir erkeğin, büyüklerinizin dediklerini yapmak zorunda değilsiniz siz özgür bir bireysiniz istediğinizi yapabilmelisiniz. Hiç kimsenin hayatınıza karışmasına izin vermeyin’….vb. bir sürü şey söylerdi. Bizler de hayran hayran dinlerdik ve özgürlüğümüze kanat açacağımız, zincirlerimizi kıracağımız günleri hayal ederdik. Köyden çıktık mı, kimseyi dinlemeyecek, istediklerimizi yapacaktık. Çıktığımız kabuğu beğenmemeye başlamıştık. Medeniyete kanat açacak ve geride bırakacaktık, üzerimizden atacaktık, bu pespaye yaşantıyı. (Çıktık ve çok özledik eski kabuğumuzu, ama kırıp parça parça ettiğimizi yıllar sonra anlayacaktık.)
Gerçi ders anlatmayı pek sevmezdi. Kitaptan satır satır okur sonra da soru sorardı. Bilemezseniz; cetvel, sopa, kulak çekme, tokat veya bir lakap devreye girerdi ki bu konuda çok mahirdi. Bazen de not defterini çıkartıp hemen sözlü olarak kırık not verirdi, hakaret eşliğinde. ‘Bizim iyiliğimiz içindi’ hep bunlar. Derse de gerek yoktu zaten. Şans oyunlarını sınıfta oynar bazen de bizden sayı isterdi. Sonra da yazardı, kartlara. Bir şey kazanır mıydı bilmezdik. Ama oynamayı ve bize sormayı ihmal etmezdi. İyi bir sigara içicisiydi. Ama yalan yok bize sürekli nasihat ederdi, ‘sigara içmeyin’ diye. Bazen de bizleri yollardı sigara almaya. Sigara almaya gittiniz mi öğretmenin gözüne girmişsiniz demekti. Sınıfta öğretmenin bu nasihatini tutan bir tek ben oldum. Çünkü iğrenirdim sigaranın kokusundan. İçmeye çalıştım da tiksindim tadından.
Hiç unutmamam bir gün okul çıkışı eve doğru gidiyoruz kalabalık bir grup. Aramızda şakalaşmalar, gülmeler eğlenmeler, şen şakrak yürüyoruz. Bir ara Yılmaz hocanın taklidini yapıyor arkadaşlardan biri, iyi de taklit yapardı. Biz daha gülemeden arkadan bir ses, arkadaşımız arkaya dönüyor, dönüş o dönüş sert bir tokat sesi, herkes sus pus, ortalık buz, arkadaşımız yerde. Yılmaz öğretmen yoluna devam ediyor. Biz olduğumuz yerde donuyoruz.
Ve ilkokuluna götürüyor beni bu tokat. O anda mıydı ‘’galiba öğretmenlerimiz psikolojik olarak hasta’’ diye düşünmeye başlamam acaba… İlkokulda daha kolaydı öğrencileri dövmek. Öğretmenimizin sınıfta top oynadı veya soruyu bilemedi diye -tam hatırlayamıyorum belki de ikisi de çünkü bu dayak atmalar çok olurdu- arkadaşımızın kafasını defalarca tahtaya vurmasını nasıl açıklayacağımı bilemezdim o yıllarda. Neden bir öğretmen bunu yapar? Onu bu kadar kızdıran şey bu davranışlar olamaz başka bir şey ama ne? Evet, galiba psikolojik hastalık dedikleri şeydir bu. Ama yıllar sonra öğretmenlerimizin birçoğunun öğretmenlik mezunu olmadığını ve hasbelkader okudukları farklı üniversitelerden öğretmen kadrosuna geçtiklerini öğrendik. Bir nebze de sevindim. Öğretmen değillerdi ama ‘öğretmen’ diyorduk onlara. Bize bu kötülüğü kimler yapmıştı acaba? Veterinerlik fakültesini, ya da iki yıllık muhasebeyi bitiren bu kişileri kimler ve neden öğretmen diye göndermişler. Bilemeyeceğim ama öğretmen olmadıklarını bilmek öğretmenlik adına sevindiriciydi. Zamanla dayak atmalar ‘sözlerle yaralamaya, hakaret etmeye, aşağılamaya, küçük düşürmeye’ evrilecek ve ben hangisinin daha yaralayıcı olduğunu bilecek yaşa geldiğimde susacaktım.
Yılmaz hocalar bir yerlerde ders anlatıyor ve şuan da öğrencilerin hayallerini çalıyorlar biliyorum. Korku kaplıyor dünyalarını ve sessizleşiyorlar.
Fehmi BÜYÜKKOL
Eğitimci Yazar