Bir Kitap -Akan Sulara Karşı-
Akan Sulara Karşı
‘’….herhalde aç kalmazdım, bir iş bulurdum. Ama kendime yediremiyordum. Çok sevdiğim öğretmenlik mesleğinden kovulmak…Olacak iş değildi, onurum inciniyordu. Beni cezalandıranların hiçbiri bu mesleğe benim kadar bağlı değildir.’’ Arka kapaktaki tanıtımın ilk kısmı bu şekilde başlıyor. Talip Apaydın, 1946’da başladığı ve 30 yıllık öğretmenlik anılarından oluşan bir kitap.
Hesabali Turan’ın Bir Eğitimcinin Öyküsü, adlı kitabını okuyormuş gibi bir izlenim oluşuyor. Zaman, koşullar, insanlar ve hâkim anlayış aynı. Çekilen zorluklara karşı mücadele iki yazar arasında biraz farklılaşıyor. Ama o zamanki Anadolu’da öğretmenlerin çektikleri sıkıntılar çok benzer. Bunun yanında öğretmenlerin sahip oldukları etki -buna devletin gücü denilebilir- muazzam geldi bana. Yazar, giriş kısmında anı yazmanın zorluklarından bahsedip, ‘’bazen inan kolayca ben merkezci bir tutuma girebilir. Her şeyi kendisi yönetmiş, her şeyi kendisi yönetmiş…. Kendine önem verir, olaylar inanılmaz gelebilir ve nesnelliğini kaybeder’’ diyor kitabı okuduğunuzdan bu düşünce sizi bırakmıyor maalesef. Kendinizi ‘daha neler, hadi canım, yok o öyle değildir’ demekten kendinizi alamıyorsunuz.
Gelelim kitaba, Köy Enstitüsü öğretmenlerinin yaşadıkları ve yaşattıkları hakkında ipucu veriyor. Öğretmenlerin idealist oluşları, zorluklar karşısında yılmayıp öğrendiklerini veya kendilerine biçtikleri –biçilen- rolü yerine getirmek için tavizsiz oluşları saygıyı hak ediyor. Bu arada farklı zamanlarda, iktidarın el değiştirmesi sonucu öğretmenlerin yaşadığı sıkıntılar, ayrıştırmalar hatta particilikten dolayı bir birlerine nasıl düşman kesildiklerini hissediyorsunuz. Siyasetçilerin güdümünde olan, bir ideolojiye körü körüne ve yobazca bağlanan insanların nasıl da başkalarına yaşam hakkı vermediğini görüyorsunuz. Kurulan ve ayrı kutuplara konumlandırılan eğitim sendikalarının sadece kendi müntesiplerine yapılan haksızlıkları gündeme getirdiği ve değişen siyasi iktidara göre karşıt görüşü benimseyen öğretmenlerin haklarını ellerinden almak için öğretmenlik gömleğini çıkardıklarını acı acı müşahede ediyorsunuz. Maalesef, ‘Türkiye’de değişen bir şey yok’ diyorsunuz.
Talip Apaydın’ın, Akan Sulara Karşı kitabına baktığımızda okuma ve yazmayı her türlü şartlar altında devam ettirdiğini görüyoruz. Çok sayıda kitaba imza atıyor. Yazdıkları Varlık Dergisi ve Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanıyor. Türkiye’nin ‘muasır medeniyetler’ seviyesine yükselmesi için müthiş bir azim görüyoruz. Kitabın satır aralarında aydın-halk çatışmasını seyrediyorsunuz. Talip Apaydın, aydın kesimle irtibat halinde ve öğretmenlerin kurdukları sendika, dernek ve federasyonlarda önemli görevler almış ve her zaman bir mücadelenin içinde olmuş. İki yıl açığa alınmış, öğretmenlik yapmasına izin verilmemiş. O günlerdeki duygularını şu şekilde ifade ediyor:
Bir türlü olmuyordu. İki yıla yaklaşmıştı. Açıkta kaldığım o ilki yıl beni iyiden iyiye yıpratmıştı. Saçımda aklar çoğalıyordu. Okulu, öğrencileri özlüyordum. Şöyle sınıfa girip ‘Günaydın Çocuklar’ demek nasıl bir mutluluk olacaktı. Ondan yoksun kalmıştım. Okulların önünden geçerken topluca öğrenciler görünce içim giderdi. Duygularımı bastıramıyordum. Gerçi öğretmenlik gözden düşen meslek olmuştu gittikçe. Bir yandan siyasal baskılar, öbür yandan maddi sıkıntılar yeyip bitiriyordu.
Kitaptan birkaç alıntı:
Öğretmenlerin siyasetçilerin güdümünde olması, onların ağızlarının içine bakması ve onlardan makam mansıp kapmaya çalışmaları öğretmenlik mesleğinin itibarını yerle bir etmişti. Siyasetçilerin, ideolojilerin kavga alanı olan okullar maalesef cadı kazanına dönüyordu. Kitaptan o günleri anlatan bir bölüm;
O yıllarda ve sonraki yıllarda belki dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş boyutlarda öğretmen kıyımı yapıldı Türkiye’de. Sayılamayacak kadar çok öğretmen cezalandırıldı, pek çok öğretmen sudan nedenlerle işinden mesleğinden edildi.
……………
Nereden buluyorlardı böyle yöneticileri, müfettişleri? Ve nasıl yetişmişti bu adamlar nereden çıkmışlardı anlaşılır iş değildi. İnsan bazen umutsuzluğa düşüyordu. Bu eğitim düzeninde gerçekten bir sakatlık vardı. Hep onu düşünüyordum. Başa geçen bir politikacının önünde eğilip bükülüyordu bizim insanımız. Bütün değerlerinin yitiriyordu. Eğitimde öğrenmek kadar kişilik kazanmak da önemliydi. Biz de bu yeterince yapılamıyordu.